6 Aralık 2017 Çarşamba
Muhatapsız Tiratlar-11
Bencillik, karakterin olgunlaşmadığının sarih bir göstergesi ve tedavisi güç bir hastalıktır. Zira bencil insanın bencilliği, bir karakter defosu olan bencilliğini yenmesindeki en büyük engeldir.
T.
3 Aralık 2017 Pazar
Yerküre Sahne-23 / Wind River
Filmin
senaristi ve yönetmeni olan Taylor Sheridan’ın senaryosu ile fark yaratamadığını
ancak başarılı bir yönetmenlik ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Ayrıca dikkat
çekici bir hikâyesi olan Wind River’ın bir suç filmi olarak klişelerden
beslenmesi sebebiyle bir dram filmi olarak zayıf kalan anlatımı, yavan
oyunculuklar ve zorlama diyaloglar barındırması sebebiyle çok daha vurucu,
yürek burkucu, etkileyici ve ölümsüz bir yapım olabilme fırsatını kaçırdığı
söylenebilir.
Ancak iz
bırakan, unutulmaz bir yapıt olmasa da kadrajına Kızılderililer özelinde
toplumdan izole edilen, ötekileştirilen, unutulan, yazgılarına terk edilen
insanları alması, insanoğlunun en temel vasfı olan “insanlık” üzerine
düşündürmesi, eşitlik ve fırsat eşitliği kavramlarını sorgulatması ve önermesi
ile toplumsal farkındalık oluşturmayı amaçlaması filmi kanımca izlemeye değer
kılıyor. Ayrıca barındırdığı harika kar manzaraları ile seyircinin iliklerine
işleyen kış atmosferi, tansiyonun yükseldiği sahnelerdeki çekiciliği ve başarılı
müzikleri de filmi güzelleştiriyor.
Son olarak 7
puan verdiğim filmden not edilmeye değer alıntılar:
"Düşlerimdeki
dünyada bir çayır var. Rüzgar ağaçların dallarını dans ettiriyor. Gölün üzerine
ışık haleleri düşüyor. Ağaçlar uzun, büyük ve yalnız… Altındaki toprağı
gölgeliyor. Sevdiğim her şeyin olduğu bu yerin ortasında, senin olduğun bütün
anıları saklayacağım. Senin seven gözlerinden uzak bir şekilde gerçek dünyanın
çamurunda donduğumda ise bu dünyaya dönüp gözlerimi kapatıp seni tanımanın sade
mükemmelliğiyle kendimi avutacağım."
"-Milyonerlerle
iş yapacak demek.
+Bence milyarderler
milyonerleri yıllar önce sindirdi."
"-Çok sinirliyim, tüm dünya ile kavga etmek
istiyorum. Bunun nasıl bir his olduğunu biliyor musun?
+Biliyorum.
Ama ben o hisle kavga etmeye karar verdim. Çünkü dünyanın kazanacağından
korktum."
"Burada şansa
yer yok. Şans şehirlerde olur. Burada
ona yer yok. Otobüsün çarpıp çarpmaması şans olur. Bankanın soyulup soyulmaması
şans olur. Şans, karşıdan karşıya geçerken birinin cep telefonundadır. Kazanıp
ya da kaybetmek şanstır. Burada ya hayatta kalırsın ya teslim olursun. Nokta.
Bu da senin gücüne ve iradene bağlıdır. Kurtlar şansız geyikleri avlamaz, zayıf
olanları avlarlar."
26 Kasım 2017 Pazar
Bak Ne Demişler-20
- Kızılderili Atasözü
16 Kasım 2017 Perşembe
Yerküre Sahne-22 / Gelin-Düğün-Diyet
Yönetmenliğini Lütfi Ömer Akad'ın yaptığı ve "Göç Üçlemesi" olarak da isimlendirilen Gelin (1973), Düğün (1973) ve Diyet (1974) filmleri kırsal kesimden büyük şehre göç eden ailelerin ayakta kalma, statülerini bulma ve var olma çabalarını konu ediniyor.
"Ustası
olmayan usta" olarak da tanınan Lütfi Ömer Akad'ın olgun, özgün, toplumcu,
ulusal, geleneklerden faydalanan ve gelenekleri konu edinen sinema anlayışının
birer yansıması olan bu eserler Türk Sinemasının ilk üçlemesi ve usta
yönetmenin de uzun metrajlı son üç filmi olma özelliğine sahip.
Üç filmin de görüntü yönetmenliğini yapan Gani Turanlı'nın etkisi ve yardımlarıyla, kameranın büyük ölçüde sabit tutulduğu ve yavaş hareket ettirildiği, merceklerin özenle seçildiği, kadrajın, ışığın ve çekim açılarının doğru bir şekilde ayarlandığı, samimi diyalogların yer aldığı filmlerde hem sinematografik açıdan çok büyük bir başarı ortaya konuyor hem de konusu itibariyle toplumcu olan filmler gerçekçi bir üslupla toplumla buluşturuluyor.
Üçlemenin tümünde başrol oyuncusu olan Hülya Koçyiğit'e Gelin'de Ali Şen, Aliye Rona, Kahraman
Kıral, Kamran Usluer; Düğün'de Ahmet Mekin, Erol Günaydın; Diyet'de Hakan
Balamir, Erol Taş gibi usta oyuncular eşlik ediyor.
Her birinde
taşradan İstanbul'a göç eden farklı bir ailenin anlatıldığı filmler topluma
ayna tutuyor, dönemi ve dönemin sorunlarını seyirciyle buluşturuyor. Filmlerde,
göç eden ailelerin ve fertlerinin büyük şehre ve şehir düzenine tutunma
çabaları, açgözlülük ve para kazanma hırsıyla kapitalist çarka kendilerini
kaptırmaları, istihdam edinme ve iş bulma problemleri, sınıf atlama
mücadeleleri, ahlaki değerlerini zamanla yitirmeleri, feodal ve ataerkil aile
yapısını devam ettirmeleri, gelenek ve göreneğin dönüşümü ile lümpenleşmeleri
ile eğitimsizlik, ayıp, töre gibi kavramlarla şekillenmiş örf adet temelli
cehalet, geçim derdi, kız çocuklarının evlendirilmesi, sınıf ve statü
ayrılıkları, iş ve çalışma güvenliğini sağlamayan ve işçilerin sendikalaşma
haklarını kullanmalarına engel olan işverenler, emek sömürüsü, mobbing,
fakirlik gibi çeşitli sorunlar Akad'ın gözünden Akad'ın yorumu ile seyirciyle
buluşturuluyor.
Bir belgesel gibi tarihe not düşen bu eserler, bize geçmişimizi ve bugünümüzü kıyaslama imkanı sağlıyor. Bir yandan kırk yıldan fazla bir süre önce sinema dili ile anlatılan ve vurgulanan bu toplumsal sorunların önemli bir kısmının günümüzde dahi güncelliğini koruduğunu, tam anlamıyla çözümlenemediğini görüyor ve üzülüyor bir yandan da sinema ve diğer sanat dallarının varlığı ile daha bilinçli hayatların ve daha güzel bir dünyanın mümkün olduğuna olan inancımızı tazeliyoruz.
Son olarak sinemamızın en değerli eserlerinden olduğunu düşündüğüm Göç Üçlemesi'ne 7.7 puan veriyorum.
Bir belgesel gibi tarihe not düşen bu eserler, bize geçmişimizi ve bugünümüzü kıyaslama imkanı sağlıyor. Bir yandan kırk yıldan fazla bir süre önce sinema dili ile anlatılan ve vurgulanan bu toplumsal sorunların önemli bir kısmının günümüzde dahi güncelliğini koruduğunu, tam anlamıyla çözümlenemediğini görüyor ve üzülüyor bir yandan da sinema ve diğer sanat dallarının varlığı ile daha bilinçli hayatların ve daha güzel bir dünyanın mümkün olduğuna olan inancımızı tazeliyoruz.
Son olarak sinemamızın en değerli eserlerinden olduğunu düşündüğüm Göç Üçlemesi'ne 7.7 puan veriyorum.
14 Kasım 2017 Salı
Bak Ne Demişler-19
“Dünyanın en
büyük sorunu; akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden
emin olmalarıdır.”
-Bertrand Russell
13 Kasım 2017 Pazartesi
Afili Sözlük-31
10 Kasım 2017 Cuma
Yerküre Sahne-21 / Band of Brothers
Tarihçi
Stephen Ambrose tarafından yazılan aynı adlı romandan uyarlanan Band of
Brothers; II. Dünya Savaşı esnasında, öncelikle Georgia'daki Toccoa
Kampında askeri eğitim alan, ardından Market Garden Harekâtı, Normandiya
Çıkarması ve Bastogne Savaşı'na iştirak eden ve savaş sona erene kadar
müteşekkil olan Amerikan Ordusu'nun 506'ncı Alayı'nın 101'inci
Hava Gücü'ne bağlı Easy Bölüğü askerlerini konu ediniyor.
2001
yılında yayınlanan ve o zamana kadarki en pahalı TV yapımı olan 10 bölümlük bu
mini dizinin yapımcılığını Tom Hanks ve Steven Spielberg üstleniyor.
Flashback, iç
ses ve dış ses anlatıcı kullanımı gibi çeşitli anlatım
teknikleriyle zenginleşen ve kronolojik olarak adım adım ilerleyen ve her
bir bölümü film tadında olan dizinin hemen hemen her bölümünün yönetmen
koltuğunda farklı bir isim oturuyor.
Öne çıkan bazı karakterler olmakla beraber genel anlamda tek bir oyuncu
sivrilmiyor ve dizi her bölümde farklı bir karaktere odaklanarak ilerliyor.
Damian Lewis, Michael Fassbender, Tom Hardy, David Schwimmer gibi
yıldız isimlerin de yer aldığı zengin oyuncu kadrosunun tamamı kusursuz bir
performans sergiliyor.
Ayrıca
her bir bölümün, hikayesi anlatılan Easy Bölüğünden hayatta kalan
askerlerin sesleri titreyerek, gözleri dolarak savaşı ve anılarını
anlattığı röportajlardan kesitlerle başlaması, dizinin etkileyiciliğini
büyük ölçüde arttırıyor.
Özellikle
diyaloglardaki samimiyet ile zenginleşen senaryosu da çok başarılı olan dizinin
en başarılı ve etkileyici kısmının ise sinematografisi olduğunu düşünüyorum.
Prodüksiyonuna büyük paraların harcandığı ve büyük isimlerin elinden çıktığı
her bir karesinden belli olan yapımda çok başarılı ses, görüntü ve sanat
yönetmenliği ile çatışmanın, soğuğun, gürültünün, sessizliğin, acının, korkunun
doğrudan seyirciye hissettirildiği gerçekçi bir atmosfer kurgulanıyor.
Tüm
bu teknik başarılarının yanında gerçek hikayeler anlatılsa ve
hatta hikayesi anlatılan kişilerin anılarına yer verilse de Band of Brothers'da olaylara tek taraflı bakıldığı ve yayınlandığı dönemin siyasal koşullarıyla birlikte
değerlendirildiğinde propaganda rüzgarı estiği görülüyor. Ancak gerek tarih
biliminin doğasından kaynaklanan nesnellikten uzaklaşmaya müsait hali gerek sanatçının
sanatını ortaya koymadaki özgürlüğü ve serbestisiyle beraber düşünüldüğünde
eser niye daha objektif değil diye eleştirmenin de çok doğru olmayacağını
düşünüyorum.
Ancak
subjektif bir değerlendirme yapacak olursam, dizinin tüm bölümlerini
izlediğimde; kardeşlik, fedakarlık gibi duyguları işlese ve hatta
"biz ne için savaşıyoruz?" gibi sorular sorsa da acıların,
kederlerin ve hatta savaşın anlamsızlığının bile önünde olan kahramanlık
duygusu vurgusu ile bende savaşın yüceltildiği hissi uyandı. Üst perdeden
böyle bir ifade hiç bir zaman dillendirilmese de alt metin olarak bu duygunun
seyirciye geçirilmek istendiğini düşündüm. Vatanı için gözünü
kırpmadan hayatını ortaya koyan insanların takdir edilmesi ve yüceltilmesi
gerektiğine gönülden inanıyorum, fakat devletler arasındaki ilişkilerde
sorunların çözümsüz kalması halinde uluslararası hukukun gösterdiği son adres
olan savaşın ise bir olgu olarak yüceltilecek bir tarafı olmadığını
düşünüyorum.
Sonuç
olarak Band of Brothers'da sinemacılık tekniği adına pek çok unsurun mükemmele
yakın bir seviyede olduğunu düşünüyor ve bu başarılı mini diziye 8,5 puan veriyorum.
Alıntılar:
"Ateş
edemedin çünkü umudun vardı. sahip olman gereken tek umut, zaten çoktan
öldüğünü kabul etmektir. Bunu ne kadar erken kabul edersen, o kadar çabuk bir
askerin davranması gerektiği gibi davranmaya başlarsın. Acımasız, şefkatsiz,
vicdansız. Bütün savaş buna bağlıdır."
“Rütbeye
selam veriyoruz, adama değil.”
“Neden
gönüllü oldular biliyor musun? İşler kötüye gidince en iyi adamlarla beraber
olabilsinler diye...”
“Yanlış
kararlar aldığı için kötü değildi. Hiç karar almadığı için kötüydü.”
"Hayat
standartları yükseliyor, gece kulüpleri artıyordu. Miami sahili o kadar
kalabalıktı ki otel odası bulmanız imkansızdı. Normandiya, Bastogne ya da
Haguenau gibi yerlerde bulunmayanlar askerlerin korku, acı ve kan içinde
ödediği bedeli bilebilir miydi? Biz burada savaşırken onlar evlerinde hiçbir
şey olmamış gibi eğleniyorlardı ve savaşın nasıl bir şey olduğunu asla
bilemeyecekler."
"Tanrım
lütfen bana dinleyeceğim gibi dinlenmek, anlayacağım gibi anlaşılmak ve
seveceğim gibi sevilmeyi bahşet.”
"Genç
teğmenin ailesine bir mektup gidecek. Onun kahramanca savaşırken vatanına
hizmet etmek için cesurca hayatını feda ettiğini yazacaklar. Ama gerçek bu
değil. Teğmen bir odada, çığlık atarak korku içinde ölmüştü ve bunu kimse
bilmeyecekti."
3 Kasım 2017 Cuma
Bak Ne Demişler-18
-Konfüçyüs
21 Ekim 2017 Cumartesi
Yerküre Sahne-20 / The Wire
2002-2008 yılları arasında HBO kanalında yayınlanan The Wire, Birleşik Devletlerin Maryland Eyaleti Baltimore Şehrindeki bir uyuşturucu çetesi ile polis arasındaki kovalamacayı konu ediniyor.
Oyuncu
kadrosunda Dominic West, Idris Elba, Wendell Pierce, Michael K. Williams, Lance
Reddick gibi isimlerin yer aldığı 60 bölümlük dizide oyuncular ve ana tema değişmese
de hikaye; her sezon emniyet, yargı, siyaset, eğitim, basın, sendika camiası
gibi farklı toplumsal alanları merkezine alarak ilerliyor.
Diğer bütün detaylarında olduğu gibi konusu ve olay örgüsündeki gerçekçilik ile televizyon tarihinin en kaliteli yapımlarından biri -kimi otoritelere göre en iyisi- olan The Wire çıtayı başka hiçbir yapım tarafından ulaşılamamış bir seviyeye yükseltiyor. Olağanüstü, tesadüfi, zorlama, tek bir sahnenin dahi bulunmadığı dizideki bu inanılmaz gerçekçilik uzun yıllar Baltimore Sun gazetesinde polis muhabiri olarak çalışan David Simon’ın dizinin yapımcılığını ve senaristliğini üstlenmesinden kaynaklanıyor.
Gazetecilik
tecrübesine Baltimore gözlemlerini ekleyen Simon sanki bir diziyi değil de belgeseli seyirciyle buluşturuyor. Dolayısı ile bu sosyolojik misyonu ile The
Wire’ın suçla mücadele, bürokrasiyi tanıma ve anlama, yargının üstünlüğü ve
hukuku dolaşanlar hakkında fikir edinme gibi konular ve suçun tam anlamıyla önlenememesi,
herkesin yararına gözüken faaliyetlerin sürekli engellerle karşılaşması gibi pek
çok sorun hakkında ilgilisine ders diye izletilebileceği gönül rahatlığıyla söylenebilir.
Ayrıca
Maryland/Baltimore özelinde ABD yönetim yapısı, hukuku, eğimi, medyası,
siyaseti üzerinden Amerikan Rüyasına sert bir sistem eleştirisi yapılıyor. Bu
eleştiriyi yaparken diğer herkes kadar politikacılara da dokundurmasına rağmen dizinin en büyük
hayranlarından birinin iki dönem ABD Başkanlığı yapan Barack Obama olması dizinin gerçekçiliğini ve tutarlılığını anlamak adına büyük anlam ifade ediyor.
Aslında
dizide ele alınan meselenin sadece ABD’nin bir şehri ya da ABD’den ibaret
olduğunu söylemek de yanlış olacaktır. Dizi işlediği evrensel konularla bir toplum olarak
insanlığa ayna tutuyor. Hem varoşların, gettoların, suçun olduğu tüm sokaklar
ve ince hesapların yapıldığı tüm düzenleri anlatıyor hem de insanların nasıl
manipüle edildiğini, o hep gözden kaçan büyük resmin nasıl oluştuğunu,
madalyonun öteki yüzünde neler olduğunu görmenizi sağlıyor.
Konunun
kaya gibi sağlamlığının yanı sıra gerçekçilik, doğallık ve samimiyet dizinin her
detayında göze çarpıyor. Örneğin günlük hayatta olmayan sesler diziye mümkün
olduğunca hiç dahil edilmemeye çalışılıyor ve korna sesi, siren sesi, gece
kulübünde çalan müzik, sokaktaki konuşmalar gibi doğal seslerin dışında hemen
hemen hiçbir müzik ve ses kullanılmıyor.
Bununla
beraber kadrosunda yıldız olarak nitelendirilecek hiçbir oyuncu olmasa da oyunculukta zirveye ulaşılıyor. Kalabalık sayılacak kadrosundaki her bir aktör ve aktris
işini harika yapıyor. Başrol oyuncusunun olmadığı dizide herkes rollerini değil de gerçekten kendi
mesleklerini icra edercesine, oyuncu olduklarına inanmak istemeyeceğiniz kadar
iyi bir iş çıkarıyor. Örneğin onlarca sahnede çocuk oyuncular yer alıyor ama
hiçbirinin oyunculuğu sırıtmıyor, hiç biri size yapmacık gelmiyor. Oyunculuklardaki bu gerçekçiliği
bir yerden sonra sadece takdir etmiyor yakalanan bu eşiğe hayret ediyorsunuz.
Ancak oyunculardan bir kısmının gerçekten uyuşturucu kullananlar, suç işleyenler, sokak geçmişi
olanlardan oluştuğunu öğrendiğinizde bu samimiyeti biraz
anlamlandırabiliyorsunuz.
Başarılı
olay örgüsü ve oyunculuklarla doğru orantılı olarak karakter gelişimi de çok
başarılı şekilde ele alınıyor. İlk sezondan son sezona kadar gözlemlediğiniz karakterin acılarını, problemlerini tıpkı bir arkadaşınızı anlar gibi
anlıyor neşesine, hayallerine ortak oluyorsunuz. Ayrıca birden fazla sivrilen karakter var ve hiç biri mükemmel değil. Ön plandaki karakter mükemmel işer yapıp seyirciyi hayran bırakıp sonra hiç beklenmedik hatalar yapabiliyor. Yani dizide tıpkı gerçek hayattaki gibi iyilerin mutlak iyi, kötülerin mutlak kötü olmadığı bir dünya inşa ediliyor.
Ve
nihai olarak çok başarılı ilerleyen dizi finaliyle de sizi hayal kırıklığına
uğratmıyor bilakis satır aralarında gizli mesajını tabiri caizse sesli
bir şekilde haykırarak izleyiciye veda ediyor. Ki zaten The Wire’ı en önemli kılan
unsurlardan biri de anlatım tekniği, senaryosu, çekimleri ve oyunculuklar gibi teknik başarılarının yanı sıra etkili ve çarpıcı bir önermesinin olması. Dolayısı ile dizi bittiğinde sadece sinemacılık ya
da televizyonculuk anlamında çok başarılı bir eser seyretmiş olmuyor belki
hayatınızı etkileyebilecek bir ders, ufuk, vizyon ve bakış açısı kazanıyorsunuz.
Son
olarak bana hakkında bu kadar kelam ettiren The Wire’a 9.1 puan veriyor ve bu efsane
diziyi efsaneleştiren bir diğer öge olan derin ve unutulmaz repliklerini not
ediyorum.
“Dünyada
bedavadan daha pahalı bir şey yoktur.”
“Hayat
nedir bilir misin? Hayat, hiçbir zaman gelmeyecek anları beklediğin şeydir.”
“Bırak
gerçek seni özgür kılsın.”
“Paranın
sahibi olmaz, sadece harcayanı olur.”
“Akıllı
bir adam suyu geçmeyi öğrenene kadar köprüleri yıkmaz.”
“Yalan
büyüdükçe, inananı daha çok olur.”
“-Uyuşturucu
savaşında ayrı ayrı vahşet vakalarıyla uğraşıyoruz.
+Kızım
buna savaş diyemezsin.
-Nedenmiş?
+Savaşların
sonu olur.”
“-Eğer
oynamazsan kaybetmezsin.
+Ben
hep oynamazsan kazanamazsın diye duymuştum.
-Bu
hileli bir oyun. Eğer oynamazsan kaybetmezsin.”
“Bu
adaletle ilgili değil, parayla ilgili.”
“Bu
şehirde seçim kampanyası posterleri ile suçlu fotoğrafları arasında ince bir
çizgi var.”
“Uyuşturucu
kovalarsan uyuşturucu yakalarsın. Ama parayı kovalarsan işin ucunun nereye
gideceğini bilemezsin.”
“Bu
doğanın gücü. Her kim olursan ol rüzgarlı bir günde yapraklar uçuşur.”
“Bütün gününü yavru köpeklerle yuvarlanarak
geçirirsen gece olduğunda kurtlarla nasıl dans edersin?”
“-Kim
kazanıyor?
+Kimse
kazanmaz. Sadece bir taraf yavaşça kaybeder.”
“Temiz
bir masa hasta bir ruhun işaretidir.”
“-Eğilmeyen dal kırılır.
+Çok
fazla eğiliyorsan zaten kırılmışsın demektir.”
“Beni
bu iş için doğru kişi yapan şeyler belki de beni diğer her şey için kötü yapan
şeylerdir.”
“-Şu
çocuk hakkında ne düşünüyorsun?
+Oldukça
zayıf.
-Hayır,
zayıf değil. Bu, onun başlangıç noktası.”
“-Ahlak
nedir bilmezsin, değil mi? Şiddet ve uyuşturucu ticaretinin kötülüğüyle
besleniyorsun. Şehrimizin kanını emenlerden çalıyorsun. Bu kenelerden
besleniyorsun.
+Tıpkı
senin gibi.
-Anlamadım?
+Bende
silah var, sende evrak çantası. Bunların hepsi aynı oyunun bir parçası değil
mi?”
“-Oyun
değişti.
+Oyun
aynı. Sadece daha şiddetli oldu.”
19 Ekim 2017 Perşembe
Afili Sözlük-30
“Eğer bu
derece tevatür olmamış olsaydı, bu alışverişten çoktan vazgeçecekti.”
-E. E. Talu.
18 Ekim 2017 Çarşamba
Bak Ne Demişler-17
16 Ekim 2017 Pazartesi
Yerküre Sahne-19 / Arabesk
Oyuncu
kadrosunda Şener Şen, Müjde Ar, Uğur Yücel, Necati Bilgiç, Tarık Pabuççuoğlu,
Rasim Öztekin gibi önemli isimlerin yer aldığı 1988 yapımı Arabesk, kavuşamayan
iki aşığın hikayesini konu ediniyor.
Ertem
Eğilmez’in ölmeden önceki son günlerinde kurguladığı hikaye Gani Müjde
tarafından senaryolaştırıyor ve film Ertem
Eğilmez tarafından yönetiliyor.
Türk sinemasının
ilk absürt komedisi olan eser, “Şimdi sizlere büyük… çok büyük… belki de en
büyük bir aşkın hikayesini anlatacağım.” cümlesiyle başlayıp ilk saniyesinden
son saniyesine kadar saçma olaylar silsilesi halinde devam ediyor.
Filmde Yeşilçam
klişeleri ve melodramlar alaycı bir şekilde hicvedilirken dönemin sinema
anlayışına ironik bir dille eleştiri getiriliyor. Türk Sineması’nın en büyük
yönetmenlerden biri olan Ertem Eğilmez’in son eseri olması hasebiyle de Arabesk’in
bir özeleştiri filmi olduğu söylenebilir.
Ayrıca absürt ve eleştirel komedi türündeki film; 70’li
ve 80’li yıllardaki, arabesk sanatçılarının başrolde oynadığı ve “damar” şarkılar
eşliğinde ilerleyen ve benzer konuları işleyerek kendini tekrarlayan filmlere
nazire yaparcasına, sözlerini Aysel Gürel’in yazdığı, müziklerini Atilla
Özdemiroğlu’nun yaptığı arabesk şarkılar eşliğinde ilerleyerek müzikal komedi
hüviyetine bürünüyor.
Sinema ve
televizyon sektöründe bugün dahi klişelerden beslenen, dahası klişeler üzerine
inşa edilen sayısız yapım olduğunu düşündüğümüzde gerek dönem filmlerine karşı protest bir tavır takınması, gerek büyük bir oyuncu kadrosuyla daha önce
denenmemiş bir komedi anlayışını benimsemesi, gerekse Türk Sinemasına
kazandırdığı birçok unutulmaz eserini alaycı bir şekilde eleştirmesi ile Ertem Eğilmez’in Arabesk’ini ne kadar cesurca
ve samimi bir şekilde ortaya çıkardığını daha iyi anlıyoruz.
Son olarak çekildiği dönemin çok ilerisinde bir anlayış ve vizyona sahip olduğunu düşündüğüm filme 7,7 puan veriyorum.
13 Ekim 2017 Cuma
11 Ekim 2017 Çarşamba
Muhatapsız Tiratlar-10
Bir uçak penceresinden şehirlere bakar gibi bakarlar fikirlere. Bulutlar vardır arada. Mütefekkirin hayal caddeleri ve ümit sokakları uzak ve bulanıktır, insanları ise hiç gözükmez.
T.
10 Ekim 2017 Salı
Yerküre Sahne-18 / Changeling
Film
seyretme hususunda seçici davranır, izleyebileceğimi düşündüğüm film hakkında
küçük bir ön araştırma yapar, imdb puanına bakarım. Belirlediğim filmi izlerken
de hiçbir detayı gözden kaçırmamaya ve çok yönlü izlemeye çalışırım.
Beğendiklerim hakkında izledikten sonra daha detaylı araştırma yapar ve
ölümsüzlüğü yakalaması için filmden bana kalanları not ederim.
Her
ne kadar çok beğensem, sinemacılık adına çok başarılı bulsam ve hakkında uzunca
yazılar yazsam da her eser bende aynı etkiyi uyandırmaz, pek azı yüreğime tesir
eder. Clint Eastwood’un yönetmenliğini yaptığı, 2008
yapımı Changeling de beni derinden etkileyen filmlerden biri oldu.
Pek
çok konuda başarılı olsa da filmin bu kadar tesirli olmasının temel sebebinin gerçek
bir hikayeyi konu edinmesi olduğunu düşünüyorum.
Örneğin
filmi izlerken anlatılanları abartılı buluyorsunuz ancak daha sonra
hatırlıyorsunuz ki tüm bunlar yaşandı, bu gerçek bir hikaye.
Kötü
insanların kötülüklerinin izleyici de nefret hissi uyandıracak kadar dikte
edildiğini görüyorsunuz ancak daha sonra hatırlıyorsunuz ki bu kötü insanlar gerçekten var oldu, bu gerçek bir
hikaye.
Her
ne kadar bir dram filmi olsa da sadece hüzünlenmiyor; geriliyor, sinirleniyor
ve fevkalade rahatsız oluyorsunuz, bu rahatsız edici olay örgüsünü düşündükçe
hatırlıyorsunuz ki bu gerçek bir hikaye.
Filme
yapacağım temel eleştiri de aynı sebepten kaynaklanıyor. Konu edinilen hikaye hakkında araştırma yaptığınızda anlatılanların hemen
hepsi yaşanmış ve gerçek.olsa da öyküyü temelinden zedelememekle beraber filmi dramatize etmek adına
birkaç ufak detay eklenerek ya da çıkarılarak hikayenin aslından sapıldığını öğreniyor
ve tüm bu yaşananlar zaten yeteri kadar dramatik, ne diye daha fazla dramatize
edilmeye çalışılır ki! bu bir gerçek hikaye diyorsunuz.
Bunların
yanı sıra 1928-1935 yılları arasında Los Angeles’ta meydana gelen olayların
anlatıldığı bu dönem filminde kıyafetler, arabalar, evler, şehir ve diğer tüm
detaylar aslına uygun bir şekilde hazırlanarak başarılı bir sanat yönetmenliği
ortaya konuyor.
Bu
görsel başarının yanı sıra sinir bozucu ve rahatsız edici, yozlaşmış atmosfer
de çok başarılı şekilde tasvir ediliyor. Hukukun, demokratik düzenin
olgunlaşmadığı, insan haklarının uluslararası antlaşmalarla ve ulusal mevzuatla
yeteri kadar güvence ve koruma altına alınmadığı, kriminal vakalara ilişkin
gerekli teknolojik ve tıbbi ilerlemelerin yapılmadığı zamanlardan bir kesit
sunularak bireyin devlet karşısında aciz bırakılması ve nitekim o acizliğin
sonlanması adına verilen mücadele etkileyici bir şekilde aktarılıyor.
Ayrıca
Clint Eastwood’un başarılı yönetmenliğinin yanı sıra filmin müziklerini de
yaptığını öğrendiğinizde kendisine saygınız bir kat daha artıyor.
Son
olarak filmin başrolü Angelina Jolie’nin kariyerindeki en başarılı
oyunculuklarından birini sergilediğini düşünüyor ve Changeling’e 8 puan
veriyorum.
Birkaç
replik:
“İnsanlar
mutlu sonu sever.”
"Asla kavgayı başlatan kişi olma, ama bitiren sen ol."
"Asla kavgayı başlatan kişi olma, ama bitiren sen ol."
“Bazı
insanlara göre, sorumluluk dünyadaki en ürkütücü şeydir.”
“Ne
kadar akıllı rolü yaparsan yap, o kadar deli görünmeye başlarsın. Fazla
gülümsüyorsan, hayalcisin ya da sinir bozukluğunu bastırıyorsun. Eğer
gülümsemiyorsan, karamsarsın. Tepkisiz kalırsan, duygusal olarak içine
kapanıksın. Muhtemelen katatoniksin.”
“- Düne kadar sahip
olmadığım bir şeyim var artık.
+Nedir o ?
-Umut.”
6 Ekim 2017 Cuma
3 Ekim 2017 Salı
Muhatapsız Tiratlar-9
Kötü olarak nitelendirilen insanların kafalarını yastığa koyduklarında rahatsız olduklarını sanmak, yaygın bir yanılsamadır.
Kafayı yastığa koyduğunda rahat edememe, vicdan belirtisidir.
Dünyanın en güzel uykusunu vicdansızlar çeker.
T.
2 Ekim 2017 Pazartesi
Yerküre Sahne-17 / Heat
Yönetmenliğini
Michael Mann’ın yaptığı, 1995 yapımı Heat (Türkiye’de yayımlanan ismi ile Büyük
Hesaplaşma) bir hırsızlık çetesi ile polis arasındaki kovalamacayı konu
ediniyor.
Polisiye
ve dram türündeki yapımın senaryosu yeteri kadar derin olmasa da karakterler
üzerinde oluşturulan derinlikle iyi kötü algınızla oynanıyor ve her geçen gün
kurtulmak istediği hayatın her geçen gün biraz daha içine dalan insanın
çelişkisi ve hüznü çarpıcı şekilde işleniyor.
Filmin bir
sahnesinde bluebox teknolojisiyle üretilen, gerçeklikten uzak, suni görüntüler
kullanılarak ve de vurgulanarak basiretsizce davranılmış olsa da genel anlamda
filmin akışıyla uyumlu müzikleri ve bilhassa kuş bakışı çekimlerde olmak üzere etkileyici
şekilde kadraj kullanımı ile görüntü ve anlatım tekniği açısından başarılı
olduğu söylenebilir. Ayrıca Los Angeles’ın göbeğinde, on dakikadan uzun süren
çatışma sahnesiyle sinema tarihinin en unutulmaz sahnelerinden biri ortaya
konuluyor.
Ancak filmde diğer iyi işlerden ziyade açık ara cast ve oyunculuklar öne çıkıyor.
Val Kilmer, Natalie Portman, Amy Brenneman gibi oyuncuların katkısının yanı
sıra başrolü paylaşan Al Pacino ve Robert De Niro 50’li yaşlarındaki karizmatik
halleri ve usta oyunculuklarıyla filmi büyütüyor ve ölümsüz kılıyor.
Son
olarak Heat'e 7.7 puan veriyor ve birkaç repliği not ediyorum.
“Tek
başımayım, yalnız değilim.”
“Bir
banka soymak, bir banka açmaktan daha büyük bir suç değildir.”
“Benim
için güneş onunla doğuyor, onunla batıyor.”
1 Ekim 2017 Pazar
Bak Ne Demişler-15
-Friedrich Nietzsche
30 Eylül 2017 Cumartesi
Yerküre Sahne-16 / Sevmek Zamanı
1965
yapımı Sevmek Zamanı, duvarlarını boyamak için girdiği evin duvarında asılı
duran kadın resmine âşık olan bir boyacı ile duvarda resmi asılı kadının öyküsünü
anlatıyor.
Pek
çok farklı türde de örnekleri verilen resme, surete âşık olma teması filmde
etkileyici bir biçimde işleniyor: Sadece bir fotoğraftaki bakış üzerine inşa
edilen hayal âlemindeki sevgili, sevgilinin kendisinden daha kıymetlidir
düşüncesinden hareket ediliyor. Platonik aşkı aşkla karşılık bulsa da hayalperest
âşık tahayyülün yok olmasına izin vermemek için direniyor.
Bu
güzel konu o dönem için belki yeni değildir ancak konunun ele alınış şekli Türk
Sineması için oldukça yenidir. Kimi filmler senaryosu ya da kurgusuyla kimisi
de oyuncuları ve oyunculuklarıyla ön plana çıkar. Ama bu detaylar harikulade
olsa dahi iyi bir yönetmenin elinden çıkmayan film güdüktür. Fakat basit
senaryolu, sıradan oyunculukların olduğu bir film bile iyi bir yönetmenin
dokunuşlarıyla unutulmaz olabilir.
Müşfik
Kenter’in dalyan gibi olduğu yaşlardaki halini seyretmek, Sema Özcan’ın naif
oyunculuğunu izlemek çok tatlı olsa da Sevmek Zamanını özel kılan, yönetmen
Metin Erksan’ın bu filmde ortaya koyduklarıdır.
Erksan, seçtiği mekânlar, ışık gölge kullanımı, çekim açıları, kamera
kullanımı, siyah-beyaz tablo gibi görüntüleri, az sayıda
diyalogları, fon müziği eşliğinde uzun uzun yürüme sahneleri gibi alışılmışın
dışındaki tarzıyla yaşadığı dönemin sinema anlayışının çok ilerisinde,
çağını aşan bir yapımı Türk sinemasına armağan ediyor.
Usta
yönetmen ürettiği eserleriyle, sinemanın bir eğlence aracı olmadığını, bir
sanat dalı ve gerek sinemanın kendisinin başlı başına bir kültür olduğunu gerek
insanı ve insana dair meseleleri gerçekçi bir şekilde aktararak sinemanın bir
kültür aktarım aracı olduğunu ortaya koyuyor.
60’lı
yıllarda meydana getirilen bu özgün sinema anlayışını görünce, insan kendini
Türk Sinemasında piyasa filmlerinden başka eserlerin de üretilebileceğini
gösteren bir mihmandarı olmasına rağmen gerekli ilerlemenin neden kat
edilmediğini düşünmekten alıkoyamıyor.
Son
olarak, ufak bir eleştiri yapılacak olursa; özgün bir yapıya sahip olmasına
karşın filmde bir takım Yeşilçam klişelerinin olduğunu, ayrıca çekildiği dönemin de
etkisinden olacaktır ki bazı yetersizliklerin göze çarptığını belirtiyor ve
Sevmek Zamanına 7.8 puan veriyorum.
Alıntılar:
“Sen
sevmek isteme beni senin ellerini tutmak istemiyorum. Sonra çekersin o ellerini
benden. Ben resmine aşığım, ölünceye kadar da onu seveceğim.”
“-Resminle
benim aramdaki bir durum, seni ilgilendirmez. Ben senin resmine âşığım.
+İyi
ama âşık olduğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım, söyleyeceklerini
dinlemeye geldim.
-Resmin
sen değilsin ki? Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil resmini
tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.
+Bu
davranışların bir korkudan ileri geliyor.
-Evet.
Bu korku sevdiğim bir şeye ebediyen sahip olmak için çekilen bir korku. Ben
senin resmine değil de, sana âşık olsaydım ne olacaktı? Belki bir kere bile
bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Halbuki resmin bana
dostça bakıyor.”
29 Eylül 2017 Cuma
Afili Sözlük-28
25 Eylül 2017 Pazartesi
Yerküre Sahne-15 / Seven
Polisiye,
drama, gerilim türünün en iyilerinden olan 1995 yapımı Seven, iki cinayet
masası dedektifinin, Hıristiyanlık’ın 7 büyük günahını işleyenleri vahşice
öldüren bir seri katili yakalama hikayesini konu ediniyor.
David
Fincher’ın yönettiği filmin neredeyse tamamı az ışıklı, karanlık ve bol
yağmurlu mekânlarda geçiyor. Kullanılan ışık teknikleri ve seçilen mekânlar ile
oluşturulan kasvetli ve depresif atmosfer, yapıtın trajedisini ve gerilimini iliklerinize
kadar hissetmeniz için gerekli ortamı hazırlıyor.
Genç,
hırslı, mücadeleci dedektif rolüne hayat veren Brad Pitt, sergilediği
oyunculukla sadece yakışıklı olduğu için bugün ulaştığı konuma gelmediğini gösteriyor.
Bilge, ancak yorulmuş ve bıkmış dedektifi oynayan bir diğer başrol Morgan Freeman
da mükemmel bir oyunculuk sergiliyor.
Andrew
Kevin Walker tarafından kaleme alınan senaryo, günahkârları cezalandıran bir
katil üzerine tasarlandığı için dini motifler, imgeler film boyunca ön planda
yer alıyor. Hikayede klasik polisiye eserlerden farklı olarak, katil olma
ihtimali olan karakterler gösterilerek seyircinin tahminde bulunması
istenmiyor. Her detay dedektiflerle beraber adım adım ilerledikçe anlaşılıyor
ve ilmek ilmek işlenen olay örgüsü sıra dışı bir final ile taçlanıyor. Ancak küçük
bir eleştiri yapmak gerekirse, çok iyi kurgulanmış olmakla beraber birkaç
tesadüfi unsurun hikayenin akışını etkilemesinin senaryoyu kusursuzluktan
uzaklaştırdığı söylenebilir.
Seven’ı
izlediğinizde sizi ilk anda etkileyen; mükemmel oyunculuklar, özgün senaryosu ve yönetmenin
dokunuşları ile ortaya çıkan görsel başarılar olsa da hep gözler önünde olan
ama filmin diğer büyük işlerinin arkasında kalan ve gözden kaçan sağlam bir
mesajı var. Ki Seven, diğer iyi yanlarına ilaveten, üzerine düşünmeniz ve
çıkarımlarda bulunmanız gereken, toplumsal eleştiri mahiyetindeki bu mesajı ile
ölümsüzlüğü yakalıyor.
Toplumun
ahlaka, insani değerlere duyarsız hale gelmesi, günahın, yanlışın, suçun
sıradanlaşmasına itiraz ediliyor. Bu itiraz birkaç farklı perspektiften ele
alınıyor. Dahası bu yozlaşmış hale karşı ne umursamazca davranmanın, ne
sansasyon yaratmanın ne de safiyane bir anlayışla mücadele etmenin doğru ve
yeterli bir çözüm olmaktan çok uzakta olduğu gözler önüne seriliyor.
Film
üzerine biraz düşündüğünüzde kafanızda onlarca soru oluşuyor. Yozlaşmış,
değerlerini kaybetmiş insanlarla ya da toplumla nasıl mücadele edilir?
Görmezden gelerek mi? Duyarsızlık, duyarsızlığa nasıl bir çözüm olur?
Kendi
adaletimizi sağlayarak mı? Suç işleyerek suçla nasıl mücadele edilir?
Her
problemin ortadan kaldırılabileceğine inanıp toz pembe yaşayarak mı? Sorunların
çözümü için çabalayıp, Don Kişot’tan farkı olmadığını anladığında ne hisseder
insan?
İşte
sosyal bilimler böyledir. Sorun bellidir. Sorunların çözümü için sorulacak soru
çoktur. Cevapların sayısı ise daha çoktur. Ve maalesef hiçbir cevap da tam
olarak doğru değildir. Hepsi güdüktür. Matematik ya da mühendislik gibi değildir, 1
0 1 0 mantığı işlemez.
Örneğin,
hepimiz adaletsizlikten rahatsız oluruz. Ancak hepimizin adalet tanımı farklıdır.
Somut bir vaka karşısında sayımız adedince adilane çözüm çıkar. Bu sorun sadece
ulusal bir sorun da değildir. Uluslararası toplum için de girift bir konudur. Bir
ülkede suç olan eylem bir başka ülkede suç olmayabilir. Bir ülkede suç olan
eylem bir başka ülkede suç olsa dahi öngörülen cezalar aynı olmayabilir. Onun
da ötesinde bir ülkede suç olan eylem, aynı ülkede kırk yıl önce ya da kırk yıl
sonra suç olmayabilir. Öyleyse zamana, mekâna, insana göre değişen adalet ne
kadar adil olur?
Peki
bu cevapsız sorular sadece adalet ve hukuk söz konusu olduğunda mı sorulur?
Ahlak ölçüleri, toplumsal değer yargıları, özgürlükler, haklar, fırsatlar, ekonomi, kültür dünyanın her
yerinde ve her zaman aynı mıdır?
Hasılı sorun çoktur. Soru çoktur. Cevap çoktur. Tek bir doğru cevap ise yoktur.
Hasılı sorun çoktur. Soru çoktur. Cevap çoktur. Tek bir doğru cevap ise yoktur.
İşte
bu cevapsızlık hali pek çok yazarın, yönetmenin, senaristin ilgisini çekmiştir. Bazen
doğrudan soruları sorar, bazen sormanızı sağlarlar. Bazen de Walker ve Fincher’ın
yaptığı gibi pek çok sorunun cevabı
olmadığını anlamanızı sağlarlar.
Son
olarak hikayesi, sinematografisi, oyunculuğu ve mesajı ile etkileyici bir yapım
olan Seven’a 8.2 puan veriyor ve birkaç repliği not ediyorum:
“İnsanların
dikkatini çekmek için onların omuzlarına dokunmanız artık yeterli değil. Onlara
bir balyozla vurmanız gerekiyor.”
“Ernest
Hemingway, ‘Dünya güzel bir yer ve de uğruna savaşmaya değer’ demiş. Ben cümlenin ikinci
yarısına katılıyorum.”
“Kadınlara
tecavüze karşı ilk öğretilen şey, yardım için bağırmamalarıdır. ‘İmdat!’ diye
bağır, kimse gelmez. Ama ‘yangın var!’ de, koşa koşa gelirler.”
24 Eylül 2017 Pazar
Muhatapsız Tiratlar - 8
Oyuncu değişir; oyun, aynı oyun...
Senaryo değişir; dram, aynı dram...
Bileceksiniz.
Yerküre, sahne...
Aynı sahne...
T.
10 Eylül 2017 Pazar
30 Ağustos 2017 Çarşamba
Afil Sözlük-27
"Aldığı emirde, şayet ilk görüşte teşhiste eminse
metroya bile binmekten sarfınazar edecekti." - O. Aysu
28 Ağustos 2017 Pazartesi
Bak Ne Demişler-13
"Gerçek şu ki, herkes seni incitecek. Yapman gereken tek şey, acı çekmeye değer birini bulmak."
-Bob Marley
-Bob Marley
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)