"Cehennem, insan yüreğinde sevginin bittiği yerdir."
-Fyodor Mihailovic Dostoyevski
26 Mayıs 2017 Cuma
Afili Sözlük-13
Afili Sözlük-12
Yerküre Sahne-6 / Breaking Bad
Popüler
kültüre karşı her zaman çekimser yaklaştığımdan, kaliteli olsa bile popüler olan bir yapımın radarıma girmesi biraz zaman alıyor. Sanırım Breaking
Bad’i izlemekte de bu yüzden bu kadar geç kaldım.
Ki
ayrıca, bazı eserlerle de çok erken tanışmış olmanın pişmanlığını duyuyorum.
Herkesin bir eserden, aynı şeyi anlaması nasıl mümkün değilse; herkesin bir
eserden, hayatının her döneminde aynı şeyi anlaması da mümkün değil. Gerekli
olgunluğa erişilmeden tanışılan bir eser; fayda umarken zarar verebilir, muhteviyatındaki
efsun buhar olabilir ya da Alâaddin’in sihirli lambasından çıkan cinden dilek
dileme hakkınız heba olabilir. Dolayısı ile, bu zaviyeden bakıldığında bazı
eserlerle tanışmakta geç kalmanız hayrınıza olabilir.
Söylediğim
gibi, dünyanın en iyi dizilerinden biri kabul edilen Breaking Bad’i henüz bitirdim.
Pişman değilim. Üzerine kelam edilebilecek çok şey olduğundan, ne söyleyeceğimi
seçmek bir hayli güç. Ancak, en azından, yıllar sonra da okumaya değer birkaç
cümle yazmayı denemek isterim.
Öncelikle,
biliyoruz ki dizi işi, zor iştir. Uzun solukludur. İzleyiciyi sadece iki saat
değil, yıllarca ve her hafta çekmek icap eder. Senaryodaki hafif bozulmalar,
saçma oyunculuklar bir iki hafta da koca bir işi batırabilir ve nihayetinde sonlanmasına
sebep olabilir. Bu yüzden, ortaya koyduğunuz işte standardın olması şarttır. Breaking
Bad’deki olay da tam olarak budur: Bir dizi için istenen standartların hemen
hemen hepsinde mükemmele yakın bir seviye yakalanmış.
Senin
için standart nedir diye sorulacak olursa; tek cümle ile, benim için gerçeklik
her şeydir, diyebilirim. Bunun içine senaryodaki gerçeklik, oyunculuktaki
gerçeklik, dildeki gerçeklik, gösterimi yapılan teknolojideki gerçeklik ve dahasını
katabiliriz.
Bu
sebepledir ki, yaşanmış bir hikayeyi konu edinen yapımları çok severim. Mefhumu
muhalifi ile de söyleyecek olursam; göz kanatan aksiyondan ve fantastik
saçmalıklardan hiç haz etmem. Bilim kurguya da ön yargılıyımdır. Bir bilim
kurgu filminde hali hazırda mevcut olmayan, sadece hayalden ibaret olan bir
teknoloji gösterimi beni rahatsız etmez. Ama en azından teknolojinin, -çok
düşük ihtimalli de olsa- gerçeklenebileceğinin izahını ve kurgunun tutarlılık göstermesini
isterim.
Tekrar
Breaking Bad’e dönecek olursak; diziyi izlerken, birkaç abartılı sahneyle
karşılaşmış olsam da mükemmele yakın gerçekliği bulduğumu söyleyebilirim.
Kurgusu, senaryosu ve olay örgüsündeki inandırıcılık benzerine az rastlanacak
cinstendi.
Oyunculuktan
da bahsetmeden olmaz. Gayet tabii, bu husus da doğrudan gerçeklikle ilgili. Breaking
Bad’i izlediğinizde, oyuncuların dizideki karakterlerden farklı insanlar olabileceğini,
set dışında başka bir hayatları olduğunu düşünmüyorsunuz. Duyguların aktarımı,
jest ve mimikler, tavırlar ve gereken daha ne varsa, hepsi çok etkileyici
seviyedeydi.
Zaten, kadroda sadece parlak bir iki karakterin değil, onlarca nev-i şahsına
münhasır karakterin olması her işi büyülü kılar. Breaking Bad’de de bu büyünün
yakalandığını daha birkaç bölüm izlediğinizde anlayabiliyorsunuz.
Ayrıca
bir dizinin sizi kendisine çekip, hapsettiğinin en sarih görünümü duygu
değişikliklerine verdiğiniz tepkilerdir. Eğer babaanneler gibi günlük yayın
yapan dizilerde bile ağlayıp, heyecanlananlardan değilseniz; ruh hali
grafiğiniz (varsa tabi öyle bir şey) öyle kolay kolay zikzaklar çizmez. Sadece
iyi yapımlarda görülen bu duygu geçişleri, tabi ki Breaking Bad’de de mevcuttu.
Bir bölümde duygulanırken, bir bölümde gerilebiliyor, bir sahnede kahkaha
atarken, bir sahnede kendinizi diziden kopmuş, içiniz kararmış şekilde uzaklara dalmışken bulabiliyorsunuz.
Ve son olarak, diziyi özel kılan şey ise, sanırım verdiği mesaj. Verdiği mesajı özel kılan şey
de belirsizliği, her izleyicinin kendi yorumuyla farklı bir çıkarımda bulunabilecek
olması. Çünkü mesaj; kolayca ifade edilebilecek basit bir cümleden ibaret
değil. Mesaj; bir felsefe, bir ruh, belki de bir paradoks. Mesaj; cevabı
verilmesi güç sorular zinciri.
İnsan,
neden kötü olur? İnsan, nasıl kötü olur? Kötülük sübjektif midir? Objektif bir
kötülük tanımı var mıdır? Kötülüğün, kötülük sayılmadığı haller var mıdır?
İnsan, kimin için yaşar? Suç nedir? Suç ve suç olmayanın arasındaki sınırı kim
çizer? Suç mekana ve zamana göre değişir mi? Suç sübjektif midir? Sübjektif
olan adil olabilir mi?... gibi onlarca soru, dizi bittiğinde sizde kalanlar oluyor.
Şimdi unutulmaz birkaç replik;
“Ben tehlikede değilim Skyler, tehlike benim! Adamın biri çalan kapıyı açınca vuruluyor ve sen benim o adam olduğumu mu sanıyorsun? Hayır! Ben kapıyı çalanım! / I am not in danger, Skyler. I am the danger. A guy opens his door and gets shot, and you think that of me? No! I am the one who knocks!”
“Jesse James’i vurmuş olman, seni Jesse James yapmaz. / Just because you shot Jesse James, don’t make you Jesse James.”
“Benimle dövüşün ve geberin! / Fight me and
die!”
“Umarım onun ölümü sizi tatmin edebilir. / May
his death satisfy you”
“Aile her
şeydir. / La familia es todo.”
“Adımı söyle.
/ Say my name.”
“Çeneni kapat
da huzur için öleyim. / Shut the fuck up and let me die in peace.”
Ve
puanım; 9
22 Mayıs 2017 Pazartesi
Afili Sözlük-11
21 Mayıs 2017 Pazar
İyi Kitaplar İyi Ki Varlar-4 / İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar
Tarih, çoğu kez bir kronik
hazırlayıcısı gibi titiz bir çalışmayla gerçek olayları halkalar gibi art arda
ekleyip binlerce yılı saran dev bir zincir oluşturur; her türlü heyecan ve
gerilim için bir hazırlık dönemi, her gerçek olay için de bir oluşum süreci
gereklidir. Bir ulusun içinden bir dâhini çıkabilmesi için milyonlarca insanın
dünyaya gelmesi gerekli olmuş, gerçek bir tarihsel olayın, yani yıldızın
parladığı anların oluşması için de milyonlarca saat beklemek zorunda
kalınmıştır.
Çağları aşan bir kararın
bir tek takvime, bir tek saate ve çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya
sıkıştırıldığı böylesine trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin
yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları,
‘’insanlığın yıldızının parladığı anlar’’ diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı
yıldızlar gibi hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadır.
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Avusturyalı yazar
Stefan Zweig’in kaleme aldığı önsözdeki bu cümlelerle başlıyor ve kitapta bir
insanın ya da insanlığın yazgısının değiştiği on dört kırılma noktası on dört
ayrı bölümde anlatılıyor.
Romanları pek çok okur tarafından sevilen Stefan
Zweig’in, tarih/biyografi türünde yazdığı bu kitabında kullandığı dil,
teşbihler, betimlemeler onun ne kadar önemli bir yazar ve anlatıcı olduğunu bir
kez daha gözler önüne seriyor.
Okurken anlamak, sindirmek için çok kafa
patlatmadığınız, daha ziyade hoşça vakit geçirebileceğiniz ve bir çırpıda
okuyabileceğiniz “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”da anlatılan tüm
olaylar gayet ilgi çekici olmakla birlikte birkaç bölüm bir adım öne çıkıyor.
Bir
Batılının ağzından daha önce duymaya alışık olmadığımız bir bakış açısıyla anlatılan
İstanbul’un Fethi, Güney kutbunu keşfetmeye çalışan ekibin dramatik sonu, dünyada
ilk kez ABD’den İngiltere’ye kadar okyanusun altından telgraf kablosu döşenmesi
ve Amerika ile Avrupa arasında hızlı iletişimin sağlanması, Napolyonun
İngilizlere kaybettiği ve Avrupa’nın kaderinin belirlendiği Waterloo Savaşı,
büyük bestekâr Handel’in ilginç yaşam öyküsünün akılda en kalıcı olan bölümler
olduğu söylenebilir.
Ancak
kanımca yazarın zirveyi yakaladığı bölüm; savaş ya da ganimet elde etme gibi
bir saikle değil sadece bilim için Güney Kutup Noktasını keşfe çıkan İngiliz
Donanmasında kaptan olan Scott ve ekibinin, kendilerinden çok kısa bir süre
önce Norveçli bir başka ekibin Güney Kutup Noktasına vardıklarını
öğrendiklerinde duydukları hayal kırıklığı, ölümleriyle sonuçlanan dönüş yolu
ve son günlerini yaşadığını bilen Kaptan Scott’un ardında bıraktığı mektupların
okurla paylaşıldığı “Güney Kutbu İçin Savaşım” başlıklı bölümdü. Özü itibari
ile zaten trajedik olan olay, Zweig’in anlatımı ile birleşince çok daha sarsıcı
olmuş. Hatta anlatılanın tesiri ile kitabı bir kenara koyup bu olay hakkında
birkaç tarih okuması yaptığımı da söyleyebilirim.
Şimdi
birkaç alıntı;
“İspanyol
sömürgecilerinin kişilik ve davranış biçimlerindeki bu anlaşılmaz çelişki bir
kere daha kendini gösterir. Koyu birer Hıristiyan olan bu insanlar, bir yandan
dindarlık ve inanç bütünlüğü içinde, içten gelen bir duyguyla Tanrı’ya
seslenirler, öte yandan da insanlık tarihin gördüğü en rezil davranışları yine
bu Tanrı adına sergilerler.”
“Barış
dönemlerinin sürekli olmadığı, aklın üstün geldiği anların çok kısa olduğu,
tarihsel bir gerçektir.”
“İnsanların,
çağdaşları bir insanın ya da bir yapıtın büyüklüğünü ilk bakışta anladıkları
pek görülmemiştir.”
“Bir
yapıtı oluşturan deha, kesinlikle uzun süre gizli kalmaz. Bir sanatsal yapıt
zaman içerisinde unutulabilir, yasaklanabilir ve hatta bütünüyle yok
edilebilir. Ancak yaratılmasında var olan cevher, ölümsüz kalmasını sağlamayı
her zaman bilmiştir.”
“Yazgı
hep güçlülerden ve zorbalardan yanadır. Tek bir kişiye yıllar boyu kul köle
olur. Ceaser, Büyük İskender ve Napoleon’lara olduğu gibi; çünkü o, kendisine
benzeyen, ele avuca sığmaz insanları sever. Bazen yazgının kendisini tuhaf bir
biçimde önemsiz birine bıraktığı da olur ve –bu, dünya tarihinin en şaşılacak
ânıdır- ipler, yalnızca birkaç dakika için onun eline geçer. Fakat böylesi
insanlar, kendilerini yiğitliklerle dolu bir büyük oyunun içine sokan bir
sorumluluk seli içinde mutlu olmaktan çok korku duyarlar ve bu yazgı oyununun
sağladığı olanaklardan yararlanarak kendilerini yüceltmek isteyenlere de
rastlanır. Çünkü yücelik, böylesine önemsiz kişilere yalnızca tek bir saniye
kendisini bırakır, bunu elinden kaçıranı ise asla bağışlamaz ve ikinci bir kez
ona bu olanağı tanımaz.”
“Müzik,
ruhun kanatlarını açar.”
“Eğer
insanlık, bu büyük birliği sürekli bozmaya çalışmamış, kendisine yaşama egemen
olma gücü vermiş olan araçlarla kendi kendisini yok etme çılgınlığına
kapılmamış olsaydı, mekana ve zamana karşı yarışta kazandığı zaferle sonsuzca
mutlu olurdu.”
“Bir
kez ödün veren, bir daha bundan geri duramaz. Uzlaşılar zorunlu olarak yeni
uzlaşıları beraberinde getirir. Ahlaksızlık ahlaksızlığı, şiddet de şiddeti
yaratır.”
Son
olarak puanım ise; 7.3
15 Mayıs 2017 Pazartesi
2 Mayıs 2017 Salı
İyi Kitaplar İyi Ki Varlar-3 / Simyacı
Pek çok yazar, öldükten sonra
tanınır olmuş ve pek çok kitap, yazarı öldükten sonra klasik haline gelmiştir.
Ancak bu genel durumun aksine Brezilyalı yazar Paulo Coelho, hayattayken
popüler olan şanslı bir yazar; Simyacı ise müellifi hayattayken klasik olmuş
şanslı bir roman olarak edebiyat dünyasında yerlerini korumaktalar.
Bir çobanın hayatın manasını arayışını
konu edinen romanın mesajı kahramanlardan birinin ağzından okuyucuyla
paylaşılıyor: Bir şeyi gerçekten
istersen, onu gerçekleştirmek için bütün evren iş birliği yapar.
Bizim gibi mistik ögeleri
barındıran efsaneleri, dersler çıkarılacak menkıbeleri bol olan bir kültür için
çok da özgün bir hikaye anlatmıyor aslında Simyacı. Zaten kitabın kapağında romanın
Mevlana’nın Mesnevisinde geçen bir öyküden esinlenerek yazıldığı belirtiliyor.
Ancak insanların pek çoğu; hayatının
bir döneminde psikolojik problemler yaşamış, yaşam enerjisini ve isteğini
kaybetmiş, kendisini boşlukta hissetmiştir. Bu derin boşluktan kurtulmak adına
arayış içerisinde olan insana bazen bir başka insan bazen bir olay bazen bir
kitap kılavuz olmuştur.
Simyacının popülerliğinin sebebinin
de pek çok insana rehberlik, kılavuzluk etmiş olmasından kaynaklandığını
düşünüyorum. Simyacı gibi kitaplar; bir rehbere ihtiyacı olmayan ya da hali
hazırda bir rehberi olanlar için sadece bir tebessüm vesilesi iken, boşluktan
kendisini kurtaracak eli bekleyenler için başucu kitabıdırlar. İşte bu yüzden her zaman çok etkilenmesem de
duru ve net bir mesajı olan ve kılavuz olabileceğini değerlendirdiğim bu tarz
kitapları okumayı hep tavsiye ettiğim gibi Simyacının da herkes tarafından
okunmasını salık veriyorum.
Lafı daha fazla uzatmadan
Simyacı’dan birkaç alıntı yapalım:
"Bir çoban, kurt ya da kuraklık tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadır; ama, çobanlık mesleğini çekici kılan da budur zaten."
"Her gün birlikte olmak gereksinimi duymaksızın, insan her zaman yeni dostlar edinir. Papaz okulunda olduğu gibi, insan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenler, yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez."
"Kız için bütün günler birbirinin aynıydı ve bütün günler birbirine benzediği zaman da insanlar, güneş gökyüzünde hareket ettikçe, hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varamaz olurlar."
"Parası olan insan hiçbir zaman tamamen yalnız değildir."
"Sözcüklerin ötesinde bir dil var."
"Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak."
"Öyle zamanlar vardır ki, insan hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez."
"İster hayatımız, ister ekin tarlalarımız olsun, sahip olduğumuz şeyleri yitirmekten korkarız. Ama hayat hikayemiz ile dünya tarihinin aynı El tarafından yazılmış olduğunu anladığımız zaman, bunu anlar anlamaz, bu korku uçup gider."
"Delikanlı İngiliz'e, -Kervanlara daha çok dikkat etmelisiniz, dedi. Dolambaçlı bir yol izliyorlar, ama hep aynı noktaya gidiyorlar.
+Siz de dünya konusunda daha çok şey okumalısınız, diye yanıtladı İngiliz. Kitaplar tıpkı kervanlara benzer."
"Kim ve ne olursa olsun, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu."
Puanım ise; 7.5
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)