Polisiye,
drama, gerilim türünün en iyilerinden olan 1995 yapımı Seven, iki cinayet
masası dedektifinin, Hıristiyanlık’ın 7 büyük günahını işleyenleri vahşice
öldüren bir seri katili yakalama hikayesini konu ediniyor.
David
Fincher’ın yönettiği filmin neredeyse tamamı az ışıklı, karanlık ve bol
yağmurlu mekânlarda geçiyor. Kullanılan ışık teknikleri ve seçilen mekânlar ile
oluşturulan kasvetli ve depresif atmosfer, yapıtın trajedisini ve gerilimini iliklerinize
kadar hissetmeniz için gerekli ortamı hazırlıyor.
Genç,
hırslı, mücadeleci dedektif rolüne hayat veren Brad Pitt, sergilediği
oyunculukla sadece yakışıklı olduğu için bugün ulaştığı konuma gelmediğini gösteriyor.
Bilge, ancak yorulmuş ve bıkmış dedektifi oynayan bir diğer başrol Morgan Freeman
da mükemmel bir oyunculuk sergiliyor.
Andrew
Kevin Walker tarafından kaleme alınan senaryo, günahkârları cezalandıran bir
katil üzerine tasarlandığı için dini motifler, imgeler film boyunca ön planda
yer alıyor. Hikayede klasik polisiye eserlerden farklı olarak, katil olma
ihtimali olan karakterler gösterilerek seyircinin tahminde bulunması
istenmiyor. Her detay dedektiflerle beraber adım adım ilerledikçe anlaşılıyor
ve ilmek ilmek işlenen olay örgüsü sıra dışı bir final ile taçlanıyor. Ancak küçük
bir eleştiri yapmak gerekirse, çok iyi kurgulanmış olmakla beraber birkaç
tesadüfi unsurun hikayenin akışını etkilemesinin senaryoyu kusursuzluktan
uzaklaştırdığı söylenebilir.
Seven’ı
izlediğinizde sizi ilk anda etkileyen; mükemmel oyunculuklar, özgün senaryosu ve yönetmenin
dokunuşları ile ortaya çıkan görsel başarılar olsa da hep gözler önünde olan
ama filmin diğer büyük işlerinin arkasında kalan ve gözden kaçan sağlam bir
mesajı var. Ki Seven, diğer iyi yanlarına ilaveten, üzerine düşünmeniz ve
çıkarımlarda bulunmanız gereken, toplumsal eleştiri mahiyetindeki bu mesajı ile
ölümsüzlüğü yakalıyor.
Toplumun
ahlaka, insani değerlere duyarsız hale gelmesi, günahın, yanlışın, suçun
sıradanlaşmasına itiraz ediliyor. Bu itiraz birkaç farklı perspektiften ele
alınıyor. Dahası bu yozlaşmış hale karşı ne umursamazca davranmanın, ne
sansasyon yaratmanın ne de safiyane bir anlayışla mücadele etmenin doğru ve
yeterli bir çözüm olmaktan çok uzakta olduğu gözler önüne seriliyor.
Film
üzerine biraz düşündüğünüzde kafanızda onlarca soru oluşuyor. Yozlaşmış,
değerlerini kaybetmiş insanlarla ya da toplumla nasıl mücadele edilir?
Görmezden gelerek mi? Duyarsızlık, duyarsızlığa nasıl bir çözüm olur?
Kendi
adaletimizi sağlayarak mı? Suç işleyerek suçla nasıl mücadele edilir?
Her
problemin ortadan kaldırılabileceğine inanıp toz pembe yaşayarak mı? Sorunların
çözümü için çabalayıp, Don Kişot’tan farkı olmadığını anladığında ne hisseder
insan?
İşte
sosyal bilimler böyledir. Sorun bellidir. Sorunların çözümü için sorulacak soru
çoktur. Cevapların sayısı ise daha çoktur. Ve maalesef hiçbir cevap da tam
olarak doğru değildir. Hepsi güdüktür. Matematik ya da mühendislik gibi değildir, 1
0 1 0 mantığı işlemez.
Örneğin,
hepimiz adaletsizlikten rahatsız oluruz. Ancak hepimizin adalet tanımı farklıdır.
Somut bir vaka karşısında sayımız adedince adilane çözüm çıkar. Bu sorun sadece
ulusal bir sorun da değildir. Uluslararası toplum için de girift bir konudur. Bir
ülkede suç olan eylem bir başka ülkede suç olmayabilir. Bir ülkede suç olan
eylem bir başka ülkede suç olsa dahi öngörülen cezalar aynı olmayabilir. Onun
da ötesinde bir ülkede suç olan eylem, aynı ülkede kırk yıl önce ya da kırk yıl
sonra suç olmayabilir. Öyleyse zamana, mekâna, insana göre değişen adalet ne
kadar adil olur?
Peki
bu cevapsız sorular sadece adalet ve hukuk söz konusu olduğunda mı sorulur?
Ahlak ölçüleri, toplumsal değer yargıları, özgürlükler, haklar, fırsatlar, ekonomi, kültür dünyanın her
yerinde ve her zaman aynı mıdır?
Hasılı sorun çoktur. Soru çoktur. Cevap çoktur. Tek bir doğru cevap ise yoktur.
Hasılı sorun çoktur. Soru çoktur. Cevap çoktur. Tek bir doğru cevap ise yoktur.
İşte
bu cevapsızlık hali pek çok yazarın, yönetmenin, senaristin ilgisini çekmiştir. Bazen
doğrudan soruları sorar, bazen sormanızı sağlarlar. Bazen de Walker ve Fincher’ın
yaptığı gibi pek çok sorunun cevabı
olmadığını anlamanızı sağlarlar.
Son
olarak hikayesi, sinematografisi, oyunculuğu ve mesajı ile etkileyici bir yapım
olan Seven’a 8.2 puan veriyor ve birkaç repliği not ediyorum:
“İnsanların
dikkatini çekmek için onların omuzlarına dokunmanız artık yeterli değil. Onlara
bir balyozla vurmanız gerekiyor.”
“Ernest
Hemingway, ‘Dünya güzel bir yer ve de uğruna savaşmaya değer’ demiş. Ben cümlenin ikinci
yarısına katılıyorum.”
“Kadınlara
tecavüze karşı ilk öğretilen şey, yardım için bağırmamalarıdır. ‘İmdat!’ diye
bağır, kimse gelmez. Ama ‘yangın var!’ de, koşa koşa gelirler.”