Tarih, çoğu kez bir kronik
hazırlayıcısı gibi titiz bir çalışmayla gerçek olayları halkalar gibi art arda
ekleyip binlerce yılı saran dev bir zincir oluşturur; her türlü heyecan ve
gerilim için bir hazırlık dönemi, her gerçek olay için de bir oluşum süreci
gereklidir. Bir ulusun içinden bir dâhini çıkabilmesi için milyonlarca insanın
dünyaya gelmesi gerekli olmuş, gerçek bir tarihsel olayın, yani yıldızın
parladığı anların oluşması için de milyonlarca saat beklemek zorunda
kalınmıştır.
Çağları aşan bir kararın
bir tek takvime, bir tek saate ve çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya
sıkıştırıldığı böylesine trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin
yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları,
‘’insanlığın yıldızının parladığı anlar’’ diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı
yıldızlar gibi hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadır.
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Avusturyalı yazar
Stefan Zweig’in kaleme aldığı önsözdeki bu cümlelerle başlıyor ve kitapta bir
insanın ya da insanlığın yazgısının değiştiği on dört kırılma noktası on dört
ayrı bölümde anlatılıyor.
Romanları pek çok okur tarafından sevilen Stefan
Zweig’in, tarih/biyografi türünde yazdığı bu kitabında kullandığı dil,
teşbihler, betimlemeler onun ne kadar önemli bir yazar ve anlatıcı olduğunu bir
kez daha gözler önüne seriyor.
Okurken anlamak, sindirmek için çok kafa
patlatmadığınız, daha ziyade hoşça vakit geçirebileceğiniz ve bir çırpıda
okuyabileceğiniz “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”da anlatılan tüm
olaylar gayet ilgi çekici olmakla birlikte birkaç bölüm bir adım öne çıkıyor.
Bir
Batılının ağzından daha önce duymaya alışık olmadığımız bir bakış açısıyla anlatılan
İstanbul’un Fethi, Güney kutbunu keşfetmeye çalışan ekibin dramatik sonu, dünyada
ilk kez ABD’den İngiltere’ye kadar okyanusun altından telgraf kablosu döşenmesi
ve Amerika ile Avrupa arasında hızlı iletişimin sağlanması, Napolyonun
İngilizlere kaybettiği ve Avrupa’nın kaderinin belirlendiği Waterloo Savaşı,
büyük bestekâr Handel’in ilginç yaşam öyküsünün akılda en kalıcı olan bölümler
olduğu söylenebilir.
Ancak
kanımca yazarın zirveyi yakaladığı bölüm; savaş ya da ganimet elde etme gibi
bir saikle değil sadece bilim için Güney Kutup Noktasını keşfe çıkan İngiliz
Donanmasında kaptan olan Scott ve ekibinin, kendilerinden çok kısa bir süre
önce Norveçli bir başka ekibin Güney Kutup Noktasına vardıklarını
öğrendiklerinde duydukları hayal kırıklığı, ölümleriyle sonuçlanan dönüş yolu
ve son günlerini yaşadığını bilen Kaptan Scott’un ardında bıraktığı mektupların
okurla paylaşıldığı “Güney Kutbu İçin Savaşım” başlıklı bölümdü. Özü itibari
ile zaten trajedik olan olay, Zweig’in anlatımı ile birleşince çok daha sarsıcı
olmuş. Hatta anlatılanın tesiri ile kitabı bir kenara koyup bu olay hakkında
birkaç tarih okuması yaptığımı da söyleyebilirim.
Şimdi
birkaç alıntı;
“İspanyol
sömürgecilerinin kişilik ve davranış biçimlerindeki bu anlaşılmaz çelişki bir
kere daha kendini gösterir. Koyu birer Hıristiyan olan bu insanlar, bir yandan
dindarlık ve inanç bütünlüğü içinde, içten gelen bir duyguyla Tanrı’ya
seslenirler, öte yandan da insanlık tarihin gördüğü en rezil davranışları yine
bu Tanrı adına sergilerler.”
“Barış
dönemlerinin sürekli olmadığı, aklın üstün geldiği anların çok kısa olduğu,
tarihsel bir gerçektir.”
“İnsanların,
çağdaşları bir insanın ya da bir yapıtın büyüklüğünü ilk bakışta anladıkları
pek görülmemiştir.”
“Bir
yapıtı oluşturan deha, kesinlikle uzun süre gizli kalmaz. Bir sanatsal yapıt
zaman içerisinde unutulabilir, yasaklanabilir ve hatta bütünüyle yok
edilebilir. Ancak yaratılmasında var olan cevher, ölümsüz kalmasını sağlamayı
her zaman bilmiştir.”
“Yazgı
hep güçlülerden ve zorbalardan yanadır. Tek bir kişiye yıllar boyu kul köle
olur. Ceaser, Büyük İskender ve Napoleon’lara olduğu gibi; çünkü o, kendisine
benzeyen, ele avuca sığmaz insanları sever. Bazen yazgının kendisini tuhaf bir
biçimde önemsiz birine bıraktığı da olur ve –bu, dünya tarihinin en şaşılacak
ânıdır- ipler, yalnızca birkaç dakika için onun eline geçer. Fakat böylesi
insanlar, kendilerini yiğitliklerle dolu bir büyük oyunun içine sokan bir
sorumluluk seli içinde mutlu olmaktan çok korku duyarlar ve bu yazgı oyununun
sağladığı olanaklardan yararlanarak kendilerini yüceltmek isteyenlere de
rastlanır. Çünkü yücelik, böylesine önemsiz kişilere yalnızca tek bir saniye
kendisini bırakır, bunu elinden kaçıranı ise asla bağışlamaz ve ikinci bir kez
ona bu olanağı tanımaz.”
“Müzik,
ruhun kanatlarını açar.”
“Eğer
insanlık, bu büyük birliği sürekli bozmaya çalışmamış, kendisine yaşama egemen
olma gücü vermiş olan araçlarla kendi kendisini yok etme çılgınlığına
kapılmamış olsaydı, mekana ve zamana karşı yarışta kazandığı zaferle sonsuzca
mutlu olurdu.”
“Bir
kez ödün veren, bir daha bundan geri duramaz. Uzlaşılar zorunlu olarak yeni
uzlaşıları beraberinde getirir. Ahlaksızlık ahlaksızlığı, şiddet de şiddeti
yaratır.”
Son
olarak puanım ise; 7.3